Suç makinasına dönüşen bir öğrenci, öte yanda öğrencisi tarafından katledilerek ölümlerin en acısını yaşayan bir öğretmen. Ülkece kahrolduk. Günlerdir onu konuşuyoruz.
Söz konusu cinayet çok yönlü olarak incelenmeli, gereken tüm tedbirler hiç geciktirilmeden alınmalı ve böylesi bir olay bir daha asla gerçekleşmemeli.
Nasılı konusuna psikolojik, sosyolojik ve en önemlisi de pedagojik çerçevede ciddi anlamda kafa yormak zorundayız.
Cezaları artırmak işin kolayı.
Peki yeterince caydırıcı olur mu?
Olsaydı hapishaneler böylesine tıka basa dolu olur muydu?
Benzeri olaylar hatta çok daha vahimleri dünyanın her köşesinde yaşanıyor. Bu yüzden tıpkı terör ve şiddet konusunda olduğu gibi bu konuda da BM çatısı altında ortak akıl ve ortak eylem planı oluşturmak gerekiyor.
Bu konuda, tüm dünyaya rol model olacak adımlar atmak boynumuzun borcu olmalı.
İşe belki de ilk önce diziler ve tartışma programlarıyla kafalara kazınan şiddet ve şiddete yönelten televizyon programlarından başlanabilir. Bunun yolu da sansürden değil doğru kriterler koymak ve saygı sınırlarından asla taviz vermemekten geçiyor…
Katmerli ceza yeterli mi?
Öğretmenlere yönelik şiddet eylemlerinde cezalar iki katına çıkacak ve erteleme olmayacakmış. Önemli bir gelişme.
Bunun için ille de bir öğretmenimizin daha katledilmesi mi gerekiyordu?
Daha da önemlisi terbiye edici olan katmerli ceza mı yoksa eğitim mi?
Ödül ve ceza konusu eğitimin en temel tartışma konularından birisidir.
Kimi ülkeler ve eğitimciler, öğrenciyi ya da sistemi ceza, not, dışlama, disiplin gibi klasik sistemlerle “yola getirme”ye çalışır, kimileri de sevgi, saygı, ödüllendirme, sorumluluk, motivasyon ve empati gibi daha yumuşak tercihlerle öğrenciyi kazanmayı ilke edinir.
Bu vahim olayların bir başka yanı ise öğrencileri suç makinası haline getiren okullar mı yoksa okul dışındaki hayatları mı?
Test, ezber, sınav ve diploma odaklı dayatmacı eğitim sisteminden kafamızı kaldırıp bu konuları hiç konuşmadık, hâlâ da konuşmuyoruz. Oysa eğitimin asli görevi her şeyden önce iyi insan yetiştirmektir.
Bu konuda tüm yükü okula ve öğretmene yüklemek en büyük haksızlık olur. Başta devlet ve ilgili kurumlar olmak üzere tüm paydaşların çabası gerekir. Yoksa yol alamayız ve böylesi vahşetlerin önüne geçemeyiz…
Eğitim – öğretim iki ayaklı bir süreçtir.
Öğrenme okulda gerçekleşir, ki artık o da ekran ağırlıklı olmaya başladı, eğitim yani terbiye, yani insani değerler ise ailede, sokakta, görsel medyada pekiştirilirdi.
Sınav bataklığına öylesine bir saplandık ki debelenip duruyoruz, çünkü iyi insan olmanın sınavlarda hiçbir karşılığı yok!.. O olmadığı için de kimsenin umurunda değil…
Aylardır mülakatı, müfredatı, liyakati tartışıyoruz. Peki, “İyi insan, iyi yurttaş, iyi arkadaş, iyi öğrenci, iyi meslek adamı nedir ve nasıl kazandırılır” üzerinde ne kadar durduk, akla, bilime, liyakate ne kadar değer verdik?
“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum”, “İlim Çin’de de olsa gidip alınız”, “Hiç okuyan ile okumayan bir olur mu” ile yoğrulmuş bir kültürden ve inanç sisteminden geliyoruz.
Nasıl oldu da bu hale geldik? Eğitim derken ne olur artık biraz da bu konuları konuşalım!..
Mülakat mı, liyakat mi?
Tüm itirazlara rağmen mülakat konusundaki bu ısrar niye? Sürdürülebilir olmayacağı kesinken yaratılan bu gerginliğin kime ne yararı var?
Yıllarca verilen eğitimi, sınavları, stajları, aday öğretmenlik süreçleri ile 45 dakikalık bir mülakatı eş değer tutmak ne kadar adil?
Önceki mülakat süreçlerinde olduğu gibi soruların içeriğinden oluşturulan jürilere, değerlendirmeden yaşanacak diğer sıkıntılara kadar öylesine sorunlarla karşılaşacağız ki, mülakatı getirenler ve bu gelişmelere seyirci kalanlar bile bin pişman olacaklar.
Geçmişte yaşananlardan keşke zerre kadar da olsa bir ders alabilseydik! Bugün bu noktaya gelinmezdi. Deneme yanılma yöntemi ile öğrenme, iş yapma şekli ve dayatma yöntemleri ilk çağlarda kaldı. Artık akıl, bilim, yargı, sürdürülebilirlik ve liyakat var.
Ne olur bunları göz ardı etmeyelim…
Özetin özeti: Ömürleri boyunca dayatmaya karşı çıkanlar, dayatmacı olamazlar. Olmamalıdırlar…